Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu mevcut durumu ve yılın ikinci yarısında neler yaşanabileceğini değerlendiren Kalkınma Ekonomisti ve BM Kalkınma Programı Türkiye Program Eski Müdürü Bartu Soral; “Son 20 senede uygulanan politikalara baktığımızda; çalışan sınıfının büyümeden aldığı payın sabit kalması veya artması üzerine değil, azalması üzerine giden bir sistem olduğunu görüyoruz.  Rakamlara bakarsak; 2002 senesinde ortalama hane halkı 100 liralık potansiyel gelirinin 5,5 lirasını borçluyken, 20 senenin sonunda, bugün geldiğimiz noktada 100 liralık potansiyel gelirinin 55 lirasını borçlu hale gelmiş. Demek ki hane halkı borçlanarak tüketimi sürdürmüş” diye konuştu.

Ekonomi ile ilgili yapılacak tahminlerin çok geçersiz kalacağına değinen Kalkınma Ekonomisti ve BM Kalkınma Programı Türkiye Program Eski Müdürü Bartu Soral; “Yüksek bir enflasyonla karşı karşıyayız. Bununla birlikte alım gücünün zayıflaması nedeniyle tüketim sorunu yaşanıyor. Yani ciddi bir durgunluk var. Türkiye’nin içinde bulunduğu sürece nasıl geldiğine bakacak olursak makro ekonomik verilere bakmamız, dış borcumuz ile ihracatımızı karşılaştırmamız gerekiyor. Çünkü söz konusu dış borç kalkınma ekonomisinde; bir yatırıma giderse ve bu yatırımlar, teknoloji yapılan yatırımlar, Ar-Ge yapılan yatırımlar, teknoloji üretecek beyinlerin yetiştirilmesi için eğitime yapılan yatırımlar, sanayiye, üretime, makinelere yapılan yatırımlar olur ise aldığımız bu dış borç ihracatınızı yükseltir. Ancak biz aldığımız dış borcu altyapı kurmaya kanalize etmişiz. Doğal olarak bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin ihracatını yükselten ve dış ticaret fazlasına dönmesini sağlayan yatırımlar değil” dedi.

  • Şu an içinde bulunduğumuz ekonomiyi bize yorumlar mısınız? Var olan bu durumdan ne anlamalıyız?

Ekonomi şu anda bize stagflasyon durumuyla karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Yani ekonominin bize anlattığı ilk şey; yüksek bir enflasyonla karşı karşıyayız. Bununla birlikte alım gücünün zayıflaması nedeniyle tüketim sorunu yaşanıyor. Yani ciddi bir durgunluk var. Aslında son 20 senede uygulanan politikalara baktığımızda; çalışan sınıfının büyümeden aldığı payın sabit kalması veya artması üzerine değil, azalması üzerine giden bir sistem olduğunu görüyoruz. Bu durumda beraberinde kredilere ve kredi kartlarına yüklenilmeye ortam yaratıyor. Bu durumu rakamla ispat edelim; 2002 senesinde ortalama hane halkı 100 liralık potansiyel gelirinin 5,5 lirasını borçluyken, 20 senenin sonunda, bugün geldiğimiz noktada 100 liralık potansiyel gelirinin 55 lirasını borçlu hale gelmiş. Demek ki hane halkı borçlanarak tüketimi sürdürmüş. Süregelen bu durumun üzerine bir de doğu ile batı arasında başlayan ekonomik savaş şartları daha da zorlaştırdı. Ben bu savaşı Ukrayna ve Rusya arasında silahlı bir savaş olarak görmüyorum. Dikkat ederseniz olayın özünde batının doğuya uygulamaya başladığı ve bir süredir devam eden yaptırımlar yatıyor.

Bilindiği üzere ABD son beş senedir Çin’e, Rusya’ya, İran’a, Kuzey Kore’ye yaptırımlar uyguluyor. Hatta Türkiye’de Caatsa yaptırımları ile biraz payını aldı bu durumdan. Caatsa, ABD’nin düşmanı olarak gördüğü ülkelere uyguladığı yaptırımlar olarak biliniyor. Bu yaptırımlara, az önce saydığım ülkeler maruz kaldığı için bugünkü Rusya-Ukrayna savaşını bu iki ülke arasında görmeyin, doğu ile batı arasında bir ekonomik savaş olarak görün. Türkiye’nin içinde bulunduğu sürece nasıl geldiğine dönecek olursak, makro ekonomik verilere bakmamız gerekiyor. Örneğin; dış borcumuz ile ihracatımızı karşılaştırmak gibi. Çünkü söz konusu dış borç kalkınma ekonomisinde; bir yatırıma giderse ve bu yatırımlar, teknoloji yapılan yatırımlar, Ar-Ge yapılan yatırımlar, teknoloji üretecek beyinlerin yetiştirilmesi için eğitime yapılan yatırımlar, sanayiye, üretime, makinelere yapılan yatırımlar olur ise aldığımız bu dış borç ihracatınızı yükseltir. O borcun ana parasının faizini karşıladığı gibi ülkenize de dış ticaret fazlası olarak fayda sağlar. Ancak durum böyle değil. Biz aldığımız dış borcu altyapı kurmaya kanalize etmişiz. Yani, otoyollara, alt geçitlere, üst geçitlere, köprülere, tünellere aktarmışız. Doğal olarak bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin ihracatını yükselten ve dış ticaret fazlasına dönmesini sağlayan yatırımlar değil. Nitekim bunun da bir ispatı var. 2002 öncesi 15 seneye baktığımızda, Türkiye’nin ortalama 14,5 milyar dolar yıllık dış ticaret açığı varmış. 2002’den sonraki 15 seneye baktığımızda bu rakam 70,4 milyar dolara tırmanmış. Demek ki Türkiye daha çok dış ticaret açığı veren bir ülke olmuş. Dış ticaret açığı verdiğinizde de dövize olan ihtiyacınız yükselir. Türkiye’nin bu yıl ödemesi gereken dış borç ana para ve faiz toplamı 178 milyar dolar. Mart ayındaki sadece bir aylık dış borç 5,4 milyar dolardı. Yıllık dış ticaret açığına vurduğumuzda, yaklaşık 60 milyar dolarlık bir fatura ile karşı karşıyayız. Bizim kabataslak bir hesapla önümüzdeki 12 ayda dış dünyadan 220 milyar dolar bulmamız lazım.

Bu borcu bir kenara koyup, dünyada borç faizlerini belirleyen risk primi (CDS) olarak tanımlanan primlerimizin yükselişine bakalım. Yani ülke ne kadar faiz ödemek zorunda borçlara. Bakıyorsunuz dünyadaki en yüksek dördüncü sıradayız, CDS primimiz 700’ler seviyesine çıkmış. Bu da ekonomimizin bu sancılı geçiş sürecine ya da kartların yeniden karılma sürecine yeterince hazır olmadığını gösteriyor. Bu noktada sanayicilerimizi, yatırımcılarımızı bekleyen zorlu bir süreç var. Bir miktar ana sermayelerinden kullanmak zorunda oldukları, kar marjlarının gerilediği bir durum söz konusu.

Aynı zamanda bir hammadde ve fosil yakıt sıkıntısı da baş göstermiş durumda. Doğu ile batı arasında başlayan ekonomik savaşta, batı ilk gün AB ağzından açıklamalar yapmıştı. Rusya’yı swift sisteminden çıkartıyoruz. Dolar, euro, yen kullanımına engel olacağız gibi söylemler olmuştu. Ben bunların hiçbirinin mümkün olmadığını çünkü dünya ekonomisinin yüzde 80 oranında fosil yakıta bağlı olduğunun ve bu yakıtların da ağırlıklı olarak Asya Pasifik Bölgesi’nde ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde olduğunu söylemiştim. Bu nedenle swift sisteminden çıkarmanın mümkün olmadığını belirtmiştim. Amerikalılarla İngiltere’nin kontrol ettiği sistem para sistemidir. Bu sistem özellikle 1990’da başlayarak, 2000’de artarak ve 2008 ve 2019’da tavan seviyesine gelerek karşılıksız para basımına dayanır. Oysa reel ekonomi karşılıksız kağıt parçası değil, değerli metaller, petrol ve doğal gazdır.

“YAPILACAK TÜM TAHMİNLER ÇOK GEÇERSİZ OLUR”

  • Önümüzdeki gelecek altı ay ile ilgili değerlendirmeleriniz nedir? TL döviz karşısında değer kaybetmeye devam edecek mi?

Türkiye’yi yılın ikinci yarısında durgunluk, enflasyonun devamı, gıda ürünlerindeki fiyatlarda artış, tüketimde zayıflama bekliyor. Hem Türkiye hem de dünya stagflasyon ortamına doğru gidiyor. Dünyadaki merkez bankaları da bir yandan enflasyonla mücadele edebilmek için faiz artırımına gitmeyi düşünürken, durgunlukla mücadele edebilmek için faizi düşürmeyi tartışıyor. Ülkeye geri dönecek olursak bu noktada tüm ekonomist, finansçı arkadaşlarımın tahminleri gibi benim yapacağım tahminler de çok geçersiz olur. Çünkü uluslararası sermaye akımlarına tamamen piyasasını terk etmiş ülkelerde, bir de cari açık sorunu söz konusu ise ya faizi kontrol edebilirsiniz ya da dövizi kontrol edebilirsiniz.

“TÜRKİYE’NİN EKONOMİK SORUNLARI FAİZ DOLAR İKİLEMİNE İNDİRGENEREK ÇÖZÜLEMEZ”

  • Faizler sabit kalırsa, dolar ne olur?

Faizler sabit kalırsa garanti veriyorum dolar artar. Amerika Merkez Bankası da faiz artırımı yapmaya devam edeceğini söylüyor, bu ilanı değiştirebilir elbette ama ben önümüzdeki ayda 50 baz puan faiz artışı bekliyorum. Kısacası bir yerde dengelenme ve faiz artışını sabit tuttuğunuz sürece dolar artar. Biz faizleri hızlıca biranda indirdik. Düşük faizi savunurum ama düşük faiz 11 kişi ile oynanan futbolda kalecidir. Oyunu sadece kaleci üzerinden oynamaya kalkarsanız maçın sonucu 100-0 mağlubiyetle biter. Şu anda öyle bir durum var ki gösterge faizi yüzde 14, piyasa faizi yüzde 25’lerde enflasyon ise yüzde 60’larda. Arada aşırı bir fark oluşmuş durumda. Doları ancak piyasaya dolar satarak durdurmaya gayret ediyorsunuz. Bu gayret nafiledir, bugün durdurursanız bile yarın yine artacaktır. Peki faizi yükseltirsek ne olur? Doların artışı durur ancak ekonomik sorunlar çözülmez. Kısacası, Türkiye’nin ekonomik sorunları faiz dolar ikilemine indirgenerek çözülemez.

“TÜRKİYE’NİN ANA SORUNU DIŞ TİCARET ZARARINI KAPATAMAMASI”

  • Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından açıklanan menkul kıymet satışlarında TL zorunluluğu düzenlemesi piyasaları nasıl etkiledi? Avantajları ve dezavantajları sizce neler?

Türkiye’de TL kadar dolara da yöneliş var. Doların dünyada rezerv para olması sonucunda insanlarda ne olur ne olmaz ben paramı dolar olarak tutayım düşüncesi söz konusu. Baktığınızda Türkiye’nin ana sorunu dış ticaret zararını kapatamaması. Teknolojiye, Ar-Ge’ye yatırım yapmadıkça, teknoloji üretecek beyinlerin eğitim sistemini düzenleyip oraya yatırım yapmadıkça, verimli üretimi arttırmadıkça Türkiye’nin dolarizasyon sorunu bitmez. Bu doğrultuda alınan önlemler bataklığı kurutmaz sadece sinekleri birkaç günlüğüne azaltır o kadar. O sinekleri üreten yer bataklıktır, o bataklığı kurutmadan bu tip hamleler, kur korumalı mevduat hesaplarını da dahil edelim nihai olarak ana sorunu çözmez.

  • Peki bundan sonrası için ne yapılmalı?

Hepimiz endişe içindeyiz. Kısa sürede toparlanacağını düşünmüyorum çünkü neoliberal finans üzerine şekillenen küresel ekonomi dünyayı bir batağın içine soktu. Buradan dünya nasıl çıkacak? Türkiye bundan nasıl sıyrılacak? bunları sormak lazım. Türkiye buradan sıyrılabilir onu söyleyeyim ama çok ince görmek lazım. İnce bir plan lazım, çok hesaplı, kitaplı, dikkatli gitmek lazım.

“TOPTAN ALIM GÜCÜNÜN YÜKSELMESİ İÇİN İNSANLARIN REEL GELİRLERİNİN YÜKSELMESİ LAZIM”

  • Yılın ikinci yarısı da ilk yarısı gibi zorlayıcı geçecek. Birçok hammadde de ithalat bağlı üretim yapan sanayiciler yılın ikinci yarsında nasıl bir satın alma stratejisi üretmeliler?

Sanayicimizin mutlaka Hedging sisteminine masraf yaparak kendini korumaya alması şart. Bilindiği üzere dünyada hammadde fiyatları yükseldi, değerli metal fiyatları yükseldi. Burada batıya yeni yaptırımlar getirilecektir. Batının da ekonomisi yavaşlayacak ve enflasyon yükselecektir. Bu da tüketimin yavaşlamasına neden olacaktır. Yani tipik bir stagflasyon; hem fiyatlar artıyor hem de cansız ve durgun bir piyasayla karşı karşıyayız. Sanayicinin bu noktada küçülmesi, en azından büyümemesi stok yapmaması bana göre daha doğru bir hamle olur. Stok konusu tabii biraz tartışmalı. Zira madem fiyatlar yükselecek bugünden bu malı bağlasam doğru olmaz mı? sorusu karşımıza çıkabilir. Evet, doğru olur ancak madalyonun öteki tarafına döndüğümüzde karşımıza başka sorular çıkacak. Mesela; ne zaman yeniden üretim canlanacak? Ürünler ne kadar stokta bekleyebilecek? Bunun stok maliyeti ne olacak?

Finans üzerinden şekillenen dünya ekonomisinin balonu 2008’de patladı. Realite ile karşılaşıldı ama söz konusu sorunları çözmek yerine sorunları halının altına itme yöntemi tercih edildi. Yani sorunlar para basma yöntemiyle çözülmeye çalışıldı ve beklenen sonuç alınamadı, 10 sene boyunca kapitalizm eski canlılığına ulaşamadı. 10 senenin sonunda da bu sefer pandemi ile karşı karşıya kalındı. ABD Eski Başkanı Trump’ın pandeminin ikinci ayında yaptığı açıklamada buldukları çözüm 2008 yılındakiyle aynıydı. Trump, sınırsız para basımına onay verdiğini açıkladı. Ancak güven ortamının olmadığı yerde sanayiciler 0 faizli bol para olmasına rağmen o parayı kullanıp üretim yapacak yatırımları yapmadı. Bu sebeple yatırımlar büyümedi. Tüketici yani hane halkı da yeni kredi çekmeye yanaşmadı. Böyle olunca sadece varlıklı kesimin arasında el değiştiren menkul ve gayrimenkul fiyatları yine şişmeye başladı. Ama toptan alım gücü yükselmedi çünkü toptan alım gücünün yükselmesi için insanların reel gelirlerinin yükselmesi lazım. Yani bugün enflasyon yüzde 60 ise tüketici sınıfının; yani memur, alt düzey, üst düzey, orta düzey işçi gelirlerinde yüzde 160’lık bir artış olması lazım. Ancak reel olarak alım gücü yükseldikçe tüketim başlar. Ama böyle bir gelir dağılımı düzenlemesi yapılmadıkça insanları krediye yönlendirmenin bir sonuç vermeyeceği günlerdeyiz.